
Hz. İbrahim (aleyhisselam) ilahi emir üzerine Hacer validemizi ve henüz emzikten kesilmemiş olan oğlu Hz. İsmail�i yanına alarak yola çıkar. Bu göçün zâhirî sebebi Hz. İbrahim�in iki eşi arasındaki kıskançlık olsa da, aslında, o mahzun anne ve masum bebek kaderin hükmüne boyun eğmeli; asırlar sonra gelecek �insanlık ağacının en kıymetli meyvesi�ne zemin hazırlamak için hicret etmeliydi. Uzun bir yolculuktan sonra nihâyet Mekke�ye varırlar. O günün Mekke�si, etrafı yanık dağlar ve kara çehreli kayalıklarla çevrili, kalblere ürperti veren, ekin bitmez, kervan geçmez bir vadiydi. Orada ne içecek bir su, ne de kendisinden su istenecek bir canlı vardı.
Hakk�ın Halîl�i, sadece bir kırba ve birkaç hurma vererek, bu iki muhaciri bomboş vadinin ortasına bırakmış, gönlünü kavuran bir hicran ve yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla Şam�a gitmek üzere oradan ayrılmıştı. Geri dönüp ardına bakmaktan bile kaçınıyor, hızlı adımlarla bir an önce gözden kaybolmak istiyordu. Hazreti Hacer, birkaç defa �İbrahim!..� diye seslense de, o cevap verememiş; merhamet ve şefkatinden dolayı emre muhalif davranmaktan, hayatının neşesi bu iki insanı böyle bırakıp gidememekten korkmuştu. Ciğeri yanan mahzun kadın, iç çekişlerine mani olabildiği bir an, son bir kez daha,
- Ey İbrahim, bizi kime bırakıyorsun!.. Yoksa bu, Allah�ın emri mi? deyince, o Yüce Nebî yine arkasına dönmeden,
- Evet, bu Rabbimizin emri, diyebilmişti. Ve o andan sonra artık Hacer gözyaşlarına �dur� emrini vermiş,
- Git ey İbrahim! Bu madem Allah�ın emri, O bizi zayi etmeyecek, yalnız bırakmayacaktır, diye seslenmişti.
Bu kavruk, kupkuru, haşin dağların, katılaşmış lavların ortasında, uzak vadinin derinliklerinde yalnız bir çocuk ve çaresiz bir kadın. Susuz, kimsesiz, barınaksız nasıl olacak?!. Yaşamak için su gerekir; bebek süt, insan yârân, kadın kollayıcı, anne hâmî, yalnız dost, güçsüz yardımcı ister!.. Fakat emir, O�nun emri değil mi? O istemedi mi hicreti; O�nun muradı değil mi ayrılıklar, geçici yalnızlıklar? Öyleyse, tevekkül, mutlak tevekkül gerekirdi.
Cenab-ı Hakk�ın çağrısına cevâben göçe katlanan Hz. Hacer, kendini O�na teslim eder. Şehirden, hayatın içinden ayrılarak bu susuz, ıssız, çorak vadiye yerleşmeye de O�nun emri olduğu için katlanacaktır. O katıksız bir tevekkül ve iman gücüyle bütün ince hesapları, kuru mantığı bir tarafa bırakmış ve yalnızca Yaratan�ına sarılmıştır. O�nu sevmiş, gönlünü bütünüyle O�na vermiş ve sadece O�na dayanmıştır.
Fakat Hz. Hacer, açlıktan ağlayan bebeğinin yanında mucize bekleye bekleye oturup durmaz. Tevekkülü, boş ve gayretsiz bekleme olarak anlamaz. Yavrusunu Allah�a emanet eder; kendisi de Allah�a derin itimad duygusuyla doğrulur; Safâ-Merve arasında koşmaya, çırpınmaya durur. Ve Hz. Hacer�in hiç ummadığı bir anda, hiç beklemediği bir yerden niyazın gücü ve Allah�ın rahmetiyle ilâhî lütuf gelir. İsmail�in ayaklarının önünde melek kanadıyla açılan öteler kaynaklı arktan su fışkırmaktadır. Taştan doğan hayat kaynağı tatlı pınar öyle gür akmaktadır ki; sevinç ve şükür çığlığı koparan bahtiyar anne �zem zem!� diye bağırmak zorunda kalır. Rivayetlere göre, �zem zem� o günkü dilde �dur dur� demektir.
Hz. Hacer validemiz, zemzem sayesinde hem susuzluğunu hem de açlığını gidermiş; bebeğine de süt emzirip onu büyütmeye başlamıştır. Çok geçmeden, Allah Teâlâ, Yemenli Cürhüm kabilesinden bir yolcu kafilesini Kâbe�nin bulunduğu yöne sevk etmiştir. Zemzem�i gören yolcular, burayı yurt edinmeye karar vermiş; böylece Hacer validemizin ve Hazreti İsmail�in yalnızlıkları da sona ermiştir. (Buhari, 3184; Beyhaki, 9153)
Hikayeden çıkarılacak bazı dersler
1. İnsan, Allah�ın emirlerini her şeye rağmen O�nun emri olduğu için katlanmalı ve teslim olmalıdır. O�nu sevmeli, gönlünü bütünüyle O�na vermeli ve sadece O�na dayanmalıdır.
2. Tevekkül boş ve gayretsiz bir bekleme demek değildir. Bir insan hangi şartlarda olursa olsun sebepler planında gereken ne ise onu yaptıktan sonra tevekküle sığınmalıdır. Bu, Allah�ın bir kanunudur.ailem dergisi

***
ELEŞTİRMEK YERİNE BİLGİ VERİN
Anne ve babanın çocuğu sürekli eleştiriyor olması onu çekingen yapar. Çocuk, attığı her adımda yanlış yapma korkusuna bürünür. Hassas, kırılgan, hastalıklı kişilik yapısına yatkın hale gelir. Aşağılık duygusu üst seviyede, kendine güveni az, pasif, zorluklar karşısında teslimiyetçi ve kendini ifade etmede zorlanan bir yapıya sahip olabilir.
Çocuk, odasının ışığını açık unuttuğunda, �Sana kaç defa söyledim, ışığı açık bırakma diye� şeklinde azarlamaktansa, �Ayşe, odanın ışığı açık kalmış� şeklinde bilgi verebilir, her türlü olumlu ve güzel uyarılara rağmen kapatmayı unutuyorsa odasının çıkışına, �Lütfen ışığı kapatmayı unutma!� gibi bir not yapıştırabilirsiniz. Ayrıca �sen� dili yerine �ben� dilini kullanarak, �Işığın açık kalması beni çok üzüyor� gibi ifadelerle davranışının sizdeki yansımasını dile getirebilirsiniz. Çocuğu olumlu yönlendirmelerle eğitmenin yollarını aramalısınız.
Çocuğunuza davranış modelinizde baskı ve otorite hakimse onun başkaları tarafından kolayca kandırılabileceğini aklınızdan çıkarmayın. Zira, anne-babası tarafından sürekli cezalandırılan, suçlanan ve her davranışına müdahale edilen çocuklar, kendisine ait kişilik özelliği geliştiremiyor. Zamanla kim, nereye çekse o yana yöneliyor. Saldırgan ebeveyn tutumu karşısında çocuk korkutulmuş, sindirilmiş ya da isyankâr bir kişilik modeline bürünebiliyor.
Küçük notlar
* Anne ile baba öyle bir duruşa sahip olmalı ki çocuk, her an onları yanında hissetsin, hem de ebeveynini hiç görmeyerek kendini özgür hissedebilsin.
* Çocukların korkak olmaması için, onlara sihirden, büyüden, peri masallarından, Kaf Dağı�nın ardındaki devden, kötü kalpli cadıdan bahsetmeyelim.
* Çocuğumuzun inatçılık yapmamasını istiyorsak onun her isteğini yerine getirmeyelim. Zamanla her isteğini almaya alışabilir ve istekleri yerine gelmediğinde inatlaşabilir. Yalnızca haklı isteklerini reddetmeyelim.ailem dergisi NESLİHAN BEYHAN

Geçmiş zamanın birinde bir adam, bir çiftlik evi yapmaya karar verdi. Bunun için güzel bir yer aradı ve aradığı yeri sonunda buldu. Araziyi sahibinden satın aldı. Hemen işe koyuldu. Önce kendine güzel bir ev, daha sonra hayvanları için bir barınak yaptı. Geri kalan arazi üzerine ise meyve ağaçları dikmeye başladı.
Bir gün arazide çalışırken kazmasının ucuna sert bir cisim takıldı. İçinden, �sert bir kaya parçası olmalı� diye düşündü. Ancak biraz daha kazdığında bir de ne görsün! Bir küp altın. Küpü bulunduğu yerden dikkatlice çıkardı. İçinden şunu geçirdi:
- Ben bu araziyi satın aldım; ama içindekileri satın almadım. Bu altınlar arazinin benden önceki sahibinin olmalı. En iyisi ben bu küpü ona teslim edeyim.
Adam hemen araziyi aldığı adamın yanına gittti ve durumu anlattı. Bu altın küpünü adama teslim etti. Adamı dikkatlice dinleyen arazinin eski sahibi şöyle dedi:
- Kardeşim, ben bu araziyi sana içindekileriyle beraber sattım. Bu altın küpü benim değil, senin. Çünkü arazi şu anda sana ait.
Karşı taraftaki adam ise altınları kendisinin alamayacağını söylüyordu. Aralarındaki bu anlaşmazlık uzayınca hakime gitmeye karar verdiler.
Mahkemeye vardıklarında durumu hakime arz ettiler. Hakim öncelikle toplumda böylesi insanların yaşadığı için Rabbine şükretti ve ardından her iki adama da bekâr çocuklarının olup olmadığını sordu. Adamlar şaşırmıştı. Konunun bekâr çocuklarla ne ilgisi olabilirdi ki?
Araziyi satın alan adam,
- Benim bir oğlum var, dedi.
Diğer adam ise,
- Benim de bir kızım var hakim bey dedi. Bunun üzerine hakim sözlerine şöyle devam etti:
- Efendiler! Sizin hakkınızda verdiğim hüküm şu: Çocuklarınızı birbiriyle evlendirin. Bu altınların bir kısmını da onlara düğün masrafları ve düğün hediyesi olarak harcayın. Bir kısmını kendi ihtiyaçlarınız için, geri kalan kısmını da Allah yolunda hizmette kullanın.
Her iki taraf da haklarında böyle bir kararın verileceğini akıllarının ucundan geçirmiyorlardı. Ancak bu karardan iki taraf da oldukça memnun kaldı. Çünkü bu sayede hem aralarındaki ihtilaf çözülmüş hem de akraba olmuşlardı. (Buhari, 3285; Müslim, 1721)
Hikâyeden çıkarılacak bazı dersler
1. İnsan, kul hakkı mevzuunda olabildiğine hassas olmalı. Meşru olmayan her türlü kazanç ancak hasâret getirir. Vücudunun her zerresi haramdan müteşekkil insanların meydana getirdiği toplum hiçbir zaman Cenab-ı Hakk�ın rahmetine liyakat kazanamaz. Bir toplum, kendini değiştirmedikçe de Cenab-ı Hakk onları değiştirmez. Durup dururken aziz bir cemaatı Allah zelil etmez, zelil ettiğini de aziz hale getirmez.
Allah Rasûlü, üzerinde kul hakkıyla musalla taşına yatırılmış bir insanın namazını kılmamıştır. Zira kul hakkıyla giden kendisine rahmetle dua edilme liyakatından mahrumdur. Kul hakkı hangi yol ve ne suretle geçerse geçsin insanın helakine sabep olur. Ahirete kul hakkıyla gidenlerin durumu çok zordur.
İslam, kul hakkına büyük önem vermiştir. Herkesin hesap endişesiyle titrediği kıyamet gününde, hiçbir suale tabi tutulmadan cennete girecek olan şehidin bile hesap vereceği tek husus, �kul hakkı�dır. Onun için her mü�min, üzerinde başkasına ait bir hak varken ölmekten şiddetle kaçınır. Böyle bir inanç, insana kendi kazancına başkalarını ortak etme hasletini de kazandırır. Zira içinde bir başkasının alın teri bulunmayan, hiçbir kazanç yok gibidir. İçinde bir başkasının hakkı olmayan kazanç, beraberinde vicdan huzurunu da getirir. Vicdanen huzurlu bir insan ise, çalışırken daha bir aşk ve şevkle çalışır.
2. İnsanlar bir konuda anlaşmazlığa vardıklarını kendi aralarını bulacak bir hakime gidebilirler. Hakim, her iki tarafı da dinlemeli ve her zaman haklının hakkını hak ettiği ölçüde vermelidirALİ DEMİREL


* Anne ve baba bu rollerine uygun davranmalıdır. Anne, babanın baba da annenin rolünü üstlenmeye kalkarsa gayri fıtri bir durum ortaya çıkacağından değişik sorunları da beraberinde getirir.
* Bu, baba şefkat göstermeyecek veya anne dirayetli olmayacak demek değildir. Ancak annenin şefkati babanın da dirayeti daha önde görünmesi gerekir.
* Babanın şefkati anneninkini geçmeye başlayınca anne ister istemez babanın rolü olan disipline yöneliyor. Tabii bu durum da sorunları beraberinde getiriyor.HAKAN METAN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder